Ve evdeyim… İki günlük maceramın ardından ayaklarımın altında su toplamış alanların sızısına eşlik eden diz ve bel eklemlerimdeki ağrılara rağmen bilgisayarımın başına geçip, fotoğrafları izlemeye başladığımda, dün gece nihayet rahat yatağımdaki bedenimden gelen çığlıkları tamamen unuttum desem yeridir. Aylardır yapmak isteyip de, bir türlü yapamadığım Gökçeova Gölü – Kartal Gölü geçişi fikri ciddi ciddi oluştuğunda heyecanımı dizginlerken yaşadığım sabırsızlığın sonunda bugün, çalışma odamda, geride bıraktığımız iki çok uzun günün fiziki darbelerine karşın keyifle klavyemi okşuyorum. Çünkü Gökçeova ve Kartal gölleri geçişini yazıyorum. Yanı başımızdaki gizli cennetin keşfini hikâyeme döküyorum.
Sırtçantam ekibi olarak çok konuştuk bu macerayı. Çok konuştuk lakin birçok etkenden ötürü erteledik. Esasen niyetimiz geride bıraktığımız sonbaharda yapmaktı bu etkinliği. Hem de rotayı keşfetmekti. Olmadı, araya kış girdi, kışın da karda geçeriz diye konuştuk durduk. Ne yalan söyleyeyim, kış geçişini iyi ki savsaklamışız, yoksa gerçekten zor olurdu. Ve nihayet yaza kaldı, o da Elbruz tırmanışı yapacak iki dostumun sayesinde oldu. İşte tam da bu noktada Nihat Küçükdere ve Ferhat Çetin dostlarıma kocaman bir teşekkür yollamalıyım. Nihat ve Ferhat Elbruz Dağı tırmanışı öncesi hazırlıklarından biri de yüksek irtifada bir kaç gün geçirmekmiş. Nihat’ta bu etkinlik için Sandras Dağları’nın iki bin metrelere varan zirvelerinin uygun olacağını düşünerek geride bıraktığımız hafta sonu için bir plan yapmış ve ısrarla planına beni de davet ettiğinde ben de plana kendi planımı katmak istedim ve kabul gördü. Böylece Gökçeova – Kartal Gölü transı da planlanmış oldu.
19 Haziran Cuma günü telaşımız başladı. Kamp malzemeleri, yürüyüş ekipmanları vs sonunda hazır olduğumuzu umarak Ferhat’ın uçak saatini beklemeye koyulduk. Uçak gece yarısından sonra Dalaman Havalimanı’na iniş yapacak, en iyi olasılıkla 01.30’da. Bu duruma biz de alternatif fikirlerle fikir jimnastiği yaparak beklemeye devam ederken, ortaya çıkan iki fikir vardı. Bu gece evde kalıp sabah erkenden yola koyulmak ki bu fikirde çadırda kalacağımız gece sayısı sadece bir. İkinci ihtimal de, alandan direk yola koyulup doğruca Gökçeova Gölü’ne varıp kamp atıp geceyi yüksek irtifada geçirmek. Sonuçta etkinliğin ruhuna uygun olanın geceyi evde değil çadırda geçirmek olduğuna karar kılıp alana, Ferhat’ı almak için yola koyulduk. Alana vardığımızda Ferhat bizi kapının önünde bekler durumdaydı, sırt çantasına oturmuş gelen araçlara tam konsantre vaziyette. Araca binmesiyle Ferhat’la tanışmış da oldum. İlk hedefimiz Köyceğiz, çorba içecek ve ardından Gökçeova yoluna koyulacağız. İkişer tas çorbayı mideye yuvarladıktan sonra koyulduğumuz Gökçeova yolu yaklaşık iki saat sürünce, çadırlarımız kurmamızda neredeyse gün doğumuna denk geldi. Mata uzanıp uyku tulumuna girdiğimde neredeyse güneş gününe selam etti edecekti. Yıldızlar kaybolmuş, gece alacakaranlığa dönmüştü. Bu arada hava sıcaklığının dokuz derece civarında olduğunu da belirtmekte fayda var sanırım. Yazın tam ortası ve Ege dünyasındayız, sıcaklık dokuz derece. Özellikle günün ilk bölümünde karşılaştığımız azgın sıcağın ardından pek de iyi geldi demek abartı olmayacak.
Uyanıp çadırımdan dışarı attığım bedenimin ilk karşılaştığı, henüz doğmuş güneşin gölde yarattığı muhteşem yansımlardı. Tam karşımızdaki kırmızı kiremitli taş binanın göldeki yansımasını kucaklayan çamların yansımaları görülmeye, daha doğrusu diz çöküp seyre değerdi doğrusu. On dakika kadar öyle de yaptım. Gönül daha fazlasını yapmayı arzulasa da, önümüzde bizi bekleyen uzun bir yürüyüş var ve gönlün arzu ettiğini zor da olsa kabul edemedim. Kampın toplanması, kahvaltı derken saatte onu buldu.
Geçen yıl ilki düzenlenen bir etkinliğin ikincisinin hazırlıklarını yapanlar gölün diğer kıyısında çadırlarını kurmuşlar, günle birlikte bizden önce çoktan uyanmış ve gelecek olanlar için hazırlıklarını yapmaya koyulmuşlardı bile. Gece geldiğimizde bir kaç çadır görmüş, durumdan haberdar olduğumuz için çadırların kime ait olduğunu tahmin etmiştik, ama yine de onlarca çadırı karşı kıyımızda görmek bizi şaşırtmadı diyemeyiz. Bir de tabi çadırda kalanların yaşam biçimleri ve yaşamı kabul ediş tarzlarındaki bizim hayat biçimimize göre bir miktar garip olması daha da ilgi çekici geldi. Sıradan yaşamda sıradan yaşayanların pek karşılaşmadığı değişik insanlardı karşı kıyımızdaki çadırların sakinleri. Alacalı, fazlaca bol, rengârenk pantolonlar giyen, uzun saçlarını itinayla örmüş, bir kaç küpe ve adını bilmediğim küpe benzeri takıları bolca takıştırmış, vücutlarının neredeyse her yanında farklı simgelerin çizilmiş olduğu bol dövmeli insanlar, o gece aynı yıldızları paylaştığımız tanımadığımız dostlarımız. Grip gibi görünseler de, tabi bize garip, belli ki iyi çocuklar ve kızlar. Doğaya olan sevgileri buram buram her yanlarından fışkırıyor denilse abartılmış olmaz sanırım. Harıl harıl da çalışıyorlardı. Yanlarından geçen ben ve Ferhat’a kısa bakışlar yollayıp içten merhabaları da esirgemeden işlerine devam eder halleri ilgiye değse de, bizimde yapmamız gereken bir işimiz olduğu, önümüzde adımlamamız gereken ve yolu tam da bilmediğimiz kilometreler olduğu için biz de tıpkı onlar gibi davranarak yolumuza devam ettik. Nihat aracımızı kırmızı kiremit çatılı taş binanın yanına park etmenin daha güvenli olacağını düşündüğünden araçla geldi binanın yanına. Aşağıda, normal yaşamda aldığımız bilgiye göre, oradaki görevli arkadaşın bölgeyi çok iyi tanıdığı istihbaratı gereği o arkadaşı bulup yol tarifi de almamız gerekiyordu haliyle. Beklediğimiz gibi görevli arkadaş orada, kırmızı kiremit çatılı taş binada, olmasını beklediğimiz yerdeydi. Bize selam edip karşıladı sağ olsun. Elektriğin olmadığı, özellikle gecelerin mutlak karanlığı sadece yıldızların delip geçebildiği bu dünyanın tek yerlisi olarak bizi karşılaması beklenen durumdu, öyle de oldu. Yol tarifinden önce kısa bir sohbete o denli çok konu girdi ki: Özellikle bozulan ekolojimizin, onca doğal değerimizin yok edilme azminin konu edildiği. İnsan dinlemeden de edemiyor. Adam haklı demeden hiç edemiyor. Tam karşımızdaki tepeyi gösterdiğinde gördüğümüz, tecavüze uğramışlığı net biçimde çığlık çığlığa haykıran o hali insanın içinin cız etmesine neden olan cinsten. Maden merakımız! Tepenin bir yanı adeta ay yüzeyine dönüşmüş. Ortalama yaşı beş yüzün üzerinde olan ormanın tam ortasında saplanmış bir hançer ve o hançerin kabzasından sızan kandamlacıkları gibi bir görüntü karşımızdaki o dağdan kayıp gözümüzden gönlümüze dokunarak yakıp geçen. Dostumuz her yere başvurmuş, ama izinleri varmış. Oysa onlar karşı kıyıdaki batak alana yüz metreyi bulmayan yolu çevre etkisi yüzünden yapamazlarken adamlar karşıda ormanın tam da kalbinde, yüzlerce dönüme tecavüz edip yok edebiliyorlarmış, bu nasıl işmiş? Zor hem de çok zor bir soru, evet bu nasıl iş? Ben de ancak aynı soruyla yanıt verebiliyorum dostumuza, bakışlarındaki yardım arzulayan ışık huzmelerine çaresizlikle bakmaktan yapacak bir şey bulamadan. Verdiği yol tarifi de o ırzına geçilmiş tepeyle bağlantılı, tam karşımızdaki zirvelerin ardı Kartal Gölü ve bizim hedefimiz, sol yamacını takip edin, madenin altından geçip ilerleyerek devam ettiğini anlatıyor rotanın, Eren sapağı tabelasında Eren yoluna dönmeden düz ilerleyerek yolu takip ederseniz çok belirgin diyerek bize bir yüz metrede eşlik ediyor. Anlatısına göre dört saatlik bir yürüyüşün ardından hedefimiz Kartal Gölü’ne varmış olacağımızı söyleyerek ayrılıyoruz.
Yükseldikçe yalnızlığımıza adım atıyor hissi benliğimizi kaplıyor. Amacımızda o değil mi? Doğa, ormanların içerisinde ilerleyen bedenler, kuş sesleri ve temiz hava. Her yanımızdan akan şırıl şırıl derelerden doldurduğumuz mataralardan aldığımız tertemiz ve buz gibi yudumlar bedenlerimiz serinletirken, etrafımızdan göz kırpan el değmemişlik keyfiyle adımlarımız biri biri ardını takip ediyor. Saatler saatleri kovalarken, dönemeçler bir yenisini seriyor önümüze, her tepenin ardında yeni bir tepe beliriyor. Vücut dinginken yeni tepe yeni keyif algısı oluşturuyor olsa da, beşinci saatin ardından vücutlar bitkin düştükçe her yeni tepe ve o tepeye sarılı yolumuzun minik izi gözümüzde büyümeye başlıyor. Ayaklarımız şiştikçe ayakkabılar sıkmaya başlıyor ve acılarda ardından geliyor. Tarifin dördüncü saatini çoktan geçtik, hatta beşi de bitirdik, muhteşem manzaranın bizi kucakladığı bir noktadayız, artık molalar mecburi hali aldı. Motor sesleri geliyor, tepeler geride kaldı ve yolumuzdan da emin değiliz. Fazla mı gittik sorusu bir diken gibi batıyor vücudumuza. Motor homurtuları, bölgeyi sıklıkla kullanan offroadçılara ait olmalı ve onlardan bilgi alabiliriz umuduyla bekliyoruz homurtuların az önümüzdeki dönemeçten cisme dönüşmesini. Bu arada Ferhat önümüzdeki tepeye tırmanmaya çabalıyor, yukardan kuş bakışı bölgeyi tarayacak ve gölü görmeyi umacak. O tepeye varmadan homurtular cisme dönüşüyor ve çamura bulanmış metal bedenleriyle offroad araçları yanımızda artık. Öndeki selam veriyor bense dur diye el işareti yapıyorum ve duruyor metal nesne, içinde etten kemikten iki beden, ruhu olan, sesi ve umudu olan iki beden. Yanıtları umut verici, yanlış yolda değiliz ama daha çok yolumuz var, karşımızdaki derin vadiyi göstererek o vadiye sarmaşık gibi yapışmış ince çizgiyi tarif ediyor, işte o vadiye dolanarak çıkan çizgi yolumuz, o kadar uzak ve zor geliyor ki, zaten tükenme noktasına çoktan ulaşmış bedenlere sahipken yarattığı etkiyi anlatmak gerçekten zor. Bir ihtiyacımızın olup olmadığını sorup homurduyor metal bedenler ve toz bulutu yaratarak ince çizgi halindeki sarmaşık gibi dağa yapışmış bizim de yolumuz olan yola doğru atılıyorlar. Ferhat tepeden inerken, selin geçtiği belli olan hemen yanımdaki alana bakıyorum ben de, sanki bir yol varmış gibi geliyor bana, eskiden belki ama varmış, devamını görmeyi engelleyen çıkıntıya kadar olan bir kaç yüz metrelik kısmı yürüyüp ardına bakınca net bir biçimde yol beliriyor. Otlar ve çiçekler her yanından kafa uzatıyor olsa da net bir yol orası ve karşı vadideki izle birleşiyor gibi geliyor bana, hem de vadinin bizden yana olan kısmına çizgisini çizmiş, daha kısa sözün özü. Tarif edilen yol öylesine minik ki, uzakta, çok uzakta geliyor bize, oysa dönemcin ardında gördüğüm eski yola benzer çizgi hemen yanı başımızda ve bize o yoldan başka yol yok hissi yaratıyor, sadece bakışıyoruz Nihat ve Ferhat’la sessiz anlaşmamızın ardından yanı başımızdaki kalın çizgiye adımlarımızı seriyoruz. İçinde bulunduğumuz coğrafyanın sunduğu tarifsiz güzelliklere ancak şöyle yan gözle bakabilecek durumdayız. Altı saati aştı artık yolumuz ve en iyimser olasılıkla 20 kilometredir yürüyoruz, Ferhat’a göre ise 25 kilometreyi çoktan geride bırakmışız (Bilimsel yöntemler bize yorgunlukla algılarımızın bizi yanılttığını sonra gösterecek). Üstelik dağlık engebeli, bol çıkışlı ve o çıkışların birçoğunu inerek kat ettiğimiz zor kilometreler geride kalanlar. Benim omuzlarımda ciddi bir acı var, çantanın omuz askıları artık canımı öylesine yakıyor ki aldırış dahi edemiyorum. Üstelik seçtiğimiz yol artık araç trafiğinin olmadığı, yani yoldan geçen bir araca yalvarıp bizi almasını hayal dahi edemeyeceğimiz bir yol. Üçümüzün de aklından o offroad araçlarından birine binip neden Kartal Gölü’ne gitmedik sorusu olsa da, hiç birimiz bu soruyu fikre dönüştürüp sesle birleştirmedi (Şu andan, masamın başındaki ekranımdan sızan ışıklardan bakınca iyi ki de dönüştürmemişiz diyemeden edemeyeceğim. Evet, hala dizlerim ağarıyor, oturduğum koltuktan bir fincan kahve alabilmek için kalkarken dizlerimin bana bir oh dedirtiyor olmasına rağmen). Etrafımızda sadece doğanın doğal sesi, yani doğaya has sessizlik, botlarımızın hışırtısı var. Artık konuşmuyoruz da, sellerin hırpaladığı yolda olabildiğince hızla, sadece yürümeye konsantre halde ilerliyoruz. Bir kaç derede mola verdiğimizde ilk işimiz botlarımızdan ayaklarımız kurtarıp buz gibi suya sokmak. İşte o anlarda kelimelerimizin olduğu aklımıza geliyor ve hafif tebessümlü artık beyaza kaçan suratlarımıza sesle bakabiliyoruz. Bir anda yürürken farklı bir ses geliyor, geldiği yer Nihat’ın bedeni, üstelik ses, ses tellerinden gelen ve kelimeler oluşturan bir ses. Parmağıyla da uzaktaki tepeye sarılmış yolumuz olan çizgiyi gösteriyor, çıkan seste araçlar kelimesi beliriyor. Ama ben göremiyorum, Ferhat da. Bir anda gülmeye başlıyoruz, Ferhat, artık halüsinasyonlarda başladı deyip bir kahkaha patlatıyor ben de takılıyorum peşine. Doğal bir mola halini alıyor halimiz, duruyoruz. Ama bir an sonra halüsinasyon değil gerçekle karşılaşıyoruz. Beyaz bir çift kabin o çizginin ucundan dönüp gözden kayboluyor, ardından bir ikincisi ve hatta üçüncüsü. Bize tarif edilen, vadinin diğer yanından dönüp, kıvrılarak dağa yaslanarak yükselen yolun zirvesi orası olmalı ve tam önümüzde, bizim çizgimizle birleşiyor. Offroadçılardan sonra bunlar, kamp alanımız bayağı kalabalık olacak. İşte bu çok iyi diyor Ferhat; bunların etleri, mangalları vardır, hatta kuzu bile çevirebilirler, bize de bir kaç parça nasip olur, deyiverince artık doğal seslere bizim seslerimiz de karışıyor. Seslerin tüm tınılarında et var, ateş var, ateşten cızırdayarak gelen kokular var. Değişik fantezilerin eşliğinde o noktaya vardığımızda zirve sandığımız dönemecin ardında yeni bir tepe daha beliriyor, olsun yola devam o tepenin ardı olmalı, adımlara yenisi eşlik ederek artık bitmiş vücutlara gaz vermekten başka yapacak neyimiz kaldı ki? Son tepe dediğimiz noktadan yeni bir homurtu ve ardından yolda karşılaşıp yol tarifi aldığımız offroad gurubu beliriyor. Ardı ardına tümü kafasını uzatıyor son dönemecimiz olduğunuz umduğumuz tepenin ardından. Yine yanımızda duruyorlar ve gölde kamp yapılamayacak olduğunu anlatıyorlar. Aralarından biri az yolunuz kaldı, geldiniz sayılır dediğinde Nihat sihirli soruyu soruyor; kaç kilometre? Cevap ise acı verici; çok değil ya az kaldı, 5 kilometre kadar. İşte o beş lafı bizim sesimizi soluğumuzu kesiyor, bir şeyler anlatıyor beş diyen kafa ama dineleme yetimiz o an için yok, sanırım başka bir yaylaya gideceklerini anlatıyorlar ama suyun altından gelen ses gibi dokunuyor kulaklarıma. Ve gidiyorlar. Sadece beş kilometremiz kalmış diyor herif ya deyiveriyor Nihat. Bense; tabi altında bilmem kaç yüz beygirlik bir alet olunca beş kilometre az geliyor adama deyiveriyorum. Sadece yol da değil, bizim mangal, et, kuzu hayalleri de toza dumana katılmış ardına bile bakmadan uzaklaşıyor, bir sonraki alt tepenin ardından yok olup gidiyor. Ferhat; diğer ekip var, motorcular var, onlardan otlanacağız artık diyerek artık son eşiği de çoktan geride bırakmış ruhlarımızı az da olsa serinletme umuduyla geveliyor tümceleri. Yapacak bir şey yok, yola devam. Tepenin ardında yeni tepe, o tepeye yılan gibi sarılmış tırmanan yolumuz, etrafımızda eşsiz manzaralar, göz ucuyla bu denli güzelse doya doya seyre dalsan kim bilir ne tümceler yaratır, ama yok ki göz ucundan başka bakabilecek kudret. Yeni tepe, yeni dönemeç ve bir homurtu daha. Beyaz çift kabinlerden biri. Hayda onlarda mı dönüyor? Gitti bizi protein kaynağımız derken yanımızda duruyor ama tek, gerisi belirmiyor tepenin ardında, sadece odun toplamaya gelmiş, işte bu güzel haber, odun toplamaya çıkmışsa, ateş büyük olacak demektir, sadece 2 kilometre de yolumuzun kaldığını söyleyip çantalarımızı taşımayı teklif ediyor. Yok artık, bunca yol gelmişiz, dedirttirmeyiz kendimize son bir kaç yüz metre çantaları dahi olsun araca koymaya, koymuyoruz tabi, yola devam. Ama keyfimiz yerinde artık, bir anda gazla vücut depolarımız doluyor sanki artık etrafa bakabiliyor, bin yaşını aşmış orman denizine dalabiliyor, hayaller kurabiliyorum. Bin bilmem kaç yaşındaki bir ağacın yanından geçerken (Üzerindeki levhada yazdığı için) Ferhat’la başlıyoruz hesaba; 800’lü yıllar demek la bu diyor Ferhat, biz daha Göktürk’lerdik o zamanlar. Benzer geyiklerle nihayet son tepenin ardından önce motorcular beliriyor. Üç Enduro motorla aşağıya yanımıza değin gelip duruyorlar. Onlarda offroatçılara benzer şeyler söyleyip bizimle vedalaşarak yollarına bakıyorlar. Gitti bir protein kaynağı daha, ama bir ekip daha var, üstelik aşağıda bıraktığımız üyesi odun topluyor. Son tepenin ardından ekibin diğer üç aracını ve gölü nihayet gördüğümüzde yürüyüşümüzün sekizinci saatini de geride bırakmış olduğumuzu hesaplayabiliyoruz. Ferhat başlıyor; ortalama 4 km ile yürümüş olsak 30 – 35 km eder ve pek insancıl değil bu rakamlar (Gerçek rakamlar değil tabi bu rakamlar, ama o anki halimiz rakamların bu vaziyete sokmuş, gerçekte yürüdüğümüz yol yirmi kilometre kadar). Evet, haklı ama ulaştık, işte Kartal Gölü, ardındaki buzlu Çiçek Baba Zirvesi’nin hemen altında koynunda yatar gibi bizi bekliyor yeşilden maviye dokunan göl.
Nihayet gölün yanında vardığımızda, yukarıdan gördüğümüz araçlarda yanımıza gelip kısa bir selamın ardından gidiyorlar. Artık sadece biz varız, yalnızlık ve umut. Evet, çok yorgunuz ama amacımızın yanı başındayız ve artık tek hayalimizi soluyabildiğimizden başka bir motivasyona ihtiyacımız yok. Masal kitaplarındaki bir yer gibi her yanımız, Çiçek Baba Dağı’ndan akıp gelen derenin buz gibi sularında elimizi yüzümüzü yıkayıp bir kaç yudumunu da avuçlarımızdan yuvarlayınca bedenlerimize, tamamdır deyip önemsemiyoruz gidişlerini. Çantalarımızda saklı yaşam bizim için yeterli ve zaman kampımız için uygun bir alan bulma zamanı, güneş güne veda anına hızla dönüyor. Her yanım gölün kenarları hariç ay yüzeyi gibi taşlarla kaplı, gölün yanındaki çimen alan ise bir kaç santim suyun altında. Uzun arayışların sonunda, gece yağabilecek yağmurun oluşturabileceği sele karşı da önlemi alarak kamp alanımızı bulup çantalarımızı sırtımızdan kamp alanımıza bırakınca günü de bitirdik sayılır. Önce çadırları çıkartıp kurma, günün artık sonu yaklaşıyor, gün gözüyle bitirelim işleri diye bitkin bedenlerimizi zorlayarak çadırlarımızı kurup matlarımızı ve tulumlarımızda içeri yerleştirdikten sonra artık rahatız. Yağmur da yağarsa yağar moduna ulaştık, hatta yağsa hiç de fena olmaz diyebilecek kadar iyi olduk bile denilebilir.
Sıra beslenme de, günün geride bıraktığımız kısmı tüm stoklarımızı hatta fazlasını aldı bedenlerimizden, olabildiğince depolarımızı doldurmalıyız ki; yarın bu yolun dönüşü var. Ocak, tencere, yemekler derken, makarna çorbamızdan önce birer bardak hazır çorba, makarna, biraz sulu, üzerine ton balığı, makarna ve ton balıklarından sonra kalan suyu da yeni çorba niyetine mideye indirdikten sonra geceye hazırız. Sırada kamp ateşi, közde demlenen çay ve gökyüzünden kayan yıldızların seyri var. Yorgun bedenlerimizin dayanabildiği kadar tabi. Çok da dayanamıyor hani, artık matlara serili tulumlara sarılma zamanıdır deyip iyi geceler temennisi ardında yeni gün öncesi uyku zamanı…
Küçük bir notu ilave etmek istemesem de, gerçekliğin ruhuna aykırı davranmamak adına sanırım azıcık da olsa bahis etmek gerek. Hani bazı anlar olur, özellikle fiziksel olarak tükenmişliğin yaşandığı anlar, işte bizde de Kartal Gölü’ne vardığımız o ilk anlarda böyle bir kırılma yaşandı. Hatta bir iki telefon görüşmesine bile yelten ildi, gelip bizi birileri alır mı acaba diye, neyse ki biraz dinlenip, Çiçek Baba’dan akan o derenin şırıltısına karışan gökyüzünün ışıltısına kulak verdikten sonra geçiverdi, her şey keyfine erdi…
Yazı ve fotoğraflar: Göktürk Günal